Mezhepsizlik

MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE KÖPRÜDÜR

MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE KÖPRÜDÜR

Muhammed Zâhid el-Kevserî

Hangi görüş ve prensibe sahip olursa olsun, siyaset adamla­rından, samimiyet ve ihlâsla bir fikri, takib edeceği bir hedefi olmaksızın siyasetçi olduğunu iddia edenlere değer veren birine rastlayamazsınız. Bunun yanında karşılaştığı her gruba, “Ben sizinleyim” diyerek insanları aldatmaya yeltenenler de tıpkı bu tip siyasetçiler gibidir.

Bir yandan önüne gelen her gruba kendileriyle birlikte ol­duğu görünümünü verirken, diğer yandan şu veya bu gruplar­dan birinin yanında yer almayıp rastladığı her gruba “Ben si­zinleyim” demek, bir insan için ne kötü bir haslettir! Bir Arap şairi bu yapıda olanları dile getirirken demiştir ki:

Yemenli birini görünce
Yemenli olursun;
Ma’dî’den birine rastlayınca da
Hemen olursun Adnanlı.

İslâm dininde mezhepsizliği meslek edinerek bir o mezhebe, bir bu mezhebe gidip gelenlerin durumu ise, hepsinden daha beter ve daha çirkindir.

Metodları birbirine benzemeyen, hatta tek bir ilim dalında bile farklı kanaata sahip olan nice ilim adamı vardır. Bilinen felsefî doktrinlere dayandırmaksızın felsefeden dem vuran kim­se, felsefeyle değil de, olsa olsa boşboğazlıkla alâkalandırıla-bilir. Çeşitli ilim dallarında -hatta Arabî ilimlerde bile- çalı­şanların kendilerine göre husûsî görüş ve prensipleri vardır ki, görmezlikten gelinemez ve ilimlerin arı duru kaynağından yu­dumlamak isteyenler, bu işe samimiyet ve ciddiyetle sarılanları akılsızlık ve cehaletle itham edemezler.

Tâ İslâm’ın ilk devirlerinden zamanımıza kadar süregelen asırlar boyu âlimlerin üzerinde ehemmiyetle durduğu İslâm fık­hı gibi bir ilim dalı daha yoktur.

Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselam, İslâm’ın baş­langıç devrelerinde ashabını dinî konularda bilgilendirmiş ve onlara hüküm çıkarma yollarını öğretmiştir. Öyle ki, altı kişi Peygamber aleyhissalâtü vesselam zamanında fetva verir hale gelmişlerdi. Hazret-i Peygamberin refik-i âlâya intikalinden sonra da diğer sahabe bu zatlardan bilgiler almaya devam et­mişlerdir. Bu zatların sahabe ve tabiîn arasında fetva konusun­da şöhret kazanmış arkadaşları da vardı.

Vahyin beşiği olan Medine-i Münevvere, üçüncü Raşid Hali­feler devrinin son zamanlarına kadar sahabenin yerleşim mer­keziydi. Medineli birçok tabiîn, sahabeden intikal eden, fakat dağınık halde bulunan nice hadisi ve fıkhî bilgileri bir araya ge­tirmişlerdir. Hatta bu Medineli yedi zat, fıkıh konusunda bü­yük bir mevkie sahiptiler. Büyük sahâbî İbn Ömer radıyALLAHü teâlâ anh, sahabenin verdiği hükümler üzerinde geniş bilgi sa­hibi tabiînin büyüklerinden Saîd b. el-Müseyyeb’i takdir eder ve kendisine babasının verdiği hükümlerle ilgili sorular sorardı.

Sonra bu zatların ilimleri, İmam Mâlik’in Medineli hocala­rına intikal etmiş, Mâlik de bu bilgileri derleyip toparlamış ve kitlelere yaymıştır. Böylece yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yu­karıya doğru kendisine mezhep isnad edilmiştir. Binaenaleyh, önde gelen ulemâ da kendisinin öne sürdüğü delillerin kuvvetliliğini, takib ettiği yolun aydınlık olduğunu takdir ettiklerinden, asırlar boyu kendisine uydular. Eğer onun görüşüne tâbi her­hangi bir âlim, ortaya bir mezhep koysa da insanları bu yeni mezhebe çağırsaydı, ilim erbabı arasından, derin bilgi ve sağ­lam görüş sahibi bu zatların arkasına düşecek insanlar mutla­ka bulunurdu.

Ne var ki bu zatlar; söz birliğini bozmamak için ve mezhep sahibinden rivayet olunun bir takım zayıf meseleler yerlerini mezhep içerisindeki dirayetli, delil ve görüş yönünden daha kuvvetli ve daha sağlam olan kimselerin görüşlerine bırakaca­ğını bildikleri için bu Medineli âlimin mezhebine uymayı tercih etmişlerdir. Bu yüzden mezhebin zayıf tarafları, anlayış ve id­rak sahibi zatlarla son derece kuvvetli bir hale gelmiştir. Öyle ki müteahhirîn ulemâsından biri bu mezheple boy ölçüşmeye veya ona toslamaya kalksa kafasından olur!..

Ardından gidilen diğer müctehid imamların mezhepleri de böyle… İşte size Faruk radıyALLAHü anh’in kurduğu ve çevresine dilleri fasih Arap kabilelerini yerleştirdiği Küfe şehri. O, bu şe­hir halkını ALLAH’ın dini hakkında bilgilendirmesi için buraya îbn Mes’ûd radıyALLAHü anh’i göndermiş ve onlara: “Abdullah’ı göndererek sizi kendime tercih ettim” demiştir.

Şu da var ki bu zatın diğer sahabe arasında ilmî seviyesi çok büyüktü. Kendisi hakkında Ömer radıyALLAHü anh, “ilimle dopdolu” tâbirini kullanmıştır. Ayrıca bu zat hakkında şöyle bir hadis de vardır: “İbn Ümmü Abd’in ümmetim için beğendiğini ben de beğenirim.” İşte bir hadis-i şerif daha: “Kur’an-ı Ke­rim’i aslına uygun olarak indiği gibi okumak isteyenler onu İbn Ümmü Abd’in kıraati gibi okusunlar.”

İbn Mes’ûd’un bu kıraatini Asım, Zer b. Hubeyş’ten o da kendisinden rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ali b. Ebû Taiib’in kıraatini da Asım, Ebu Abdurrahman Abdullah b. Habib es-Sülemî’den, o da ondan rivayet etmiştir.

İbn Mes’ûd radıyALLAHü teâla anh, Ömer zamanından Os­man radıyALLAHü anh’in hilâfetinin sonlarına kadar Kûfelilerle öylesine ilgilenmiş ve onları öylesine bilgilendirmişir ki, Küfe şehri fakîhlerle dolup taşmıştır. Hz. Ali b. Ebû Talib, Kûfe’ye gelip de bu şehrin fakîhlerle dopdolu olduğunu görünce son de­rece sevinmiş ve: “ALLAH, İbn Ümmü Abd’den razı olsun, kendisi bu şehri ilimle doldurdu” demiştir.

“İlim Beldesinin Kapısı” da bu şehir ahâlisini bilgilendirme­ye devam etmiştir. Öyle ki Küfe, Hz. Ali b. Ebû Talib kerremellâhü vechehu’nun burayı hilâfet merkezi yaptıktan ve bu şehre ilmî ve fıkhî kudrete sahip ashabın intikalinden sonra, di­ğer İslâm şehirleri arasında benzersiz bir hale gelmiştir.

el-Iclî’nin anlattığına göre yalnızca Küfe şehrinde, burada ilim neşri için ikamet edip sonra Irak’ın diğer şehirlerine inti­kal edenler hariç, tam bin beşyüz sahabe vardı. Ali ve İbn Mes’ûd radıyALLAHü anhümâ’nm ileri gelen arkadaşları da ora­daydı. Eğer bu zevatın hâl tercümeleri bir kitapta toplanmış ol­saydı, büyük ve hacimli bir kitap ortaya çıkardı.

Bu zevatın isimlerini şuracıkta sayıp dökecek değiliz; ancak şunu söylemek gerekir ki; İbrahim b. Yezid en-Nehaî, bu zatla­rın dağınık haldeki bilgilerini bir araya toplamış olup bu zatın rey ve görüşleri Ebû Yusuf un, Muhammed b. el-Hasan’ın, İbn Ebû Şeybe ve diğerlerinin eserlerinde mevcuttur. Sonra tenkit­çiler bu zatın mürsellerini sahih kabul etmişlerdir. İbn Ömer radıyALLAHü anhüma’nın, hakkında, “Her ne kadar ben Resû-lullah aleyhissalâtü vesselâm’m sözlerine kendi yanında şahit olmuşsam da bu sözler onun hafızasında benimkinden daha fazladır” dediği Şa’bî, mezkur zatı, şehirlerdeki bütün ulemâya tercih ederdi. Enes b. Şîrîn, “Kûfe’ye vardığımda orada hadis tahsiliyle uğraşan dört bin kişi gördüm. Dört yüz kişi de fıkıh bilgisi almışlardı. Nitekim Ramehürmüzî’nin el-Fâsıl adlı kita­bında da böyledir” demiştir.

Tahâvî ve diğerlerinin de dediği gibi, Ebû Hanîfe bu zatla­rın ilimlerini, fıkıh, hadis, Kur’an ve Arabî ilimlerde derin bilgi sahibi öğrencileri arasından kırk fakîhten oluşan fakîhler meclisinde meseleleri en seçkin arkadaşlarıyla enine boyuna tartış­tıktan sonra tedvin ve tanzim etmiştir.(1) Kendi mezhebinden olmayan Muhammed b. İshak en-Nedim, İmam Azam hakkında şöyle söylüyor:

“Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve yakında ilim namına ne varsa hepsini o tedvin etmiştir.”

Kendisi hakkında Şâfıî radıyALLAHü anh ise, “İnsanlar fıkıh­ta Ebû Hanife’nin ıyâlidir” demiştir. Sonra fıkıh onun arkadaş­larının, arkadaşlarının arkadaşlarının elleriyle olgunlaşmış olup ıslah ve tashih için söylenecek her hangi bir şey bırakma­mışlardır. ALLAH hepsinden razı olsun.

Bilâhare Şafiî radıyALLAHü anh gelmiş, iki kaynağın suyunu birleştirmiştir. Ve Müslim b. Halid gibi Mekkeli hocalarından -ki bu zat ilmi İbn Cüreyc’den, ö da Atâ’dan, o da İbn Abbas ra­dıyALLAHü anhümâ’dan almıştır- devşirdiklerini de üzerine ilâve etmiştir. Şafiî’nin arkadaşları, arkadaşlarının arkadaşları doğu ve batıyı tutmuş ve yeryüzünü ilim ve irfanla doldurmuşlardır. Onun ve arkadaşlarının ilim ve irfanı sayesinde Mısır halkı en yüksek bilgi seviyesine çıkmışlardır. Ömrünün son yıllarında Şafiî Mısır’a yerleşerek yeni mezhebini orada neşretmiş (vefa­tından sonra da) oraya defnolunmuştur. ALLAH kendisinden razı olsun.

Bu makale, diğer fakîh ve müctehid imamların faziletlerini ve İslâm fıkhındaki yerlerini beyan etmeye müsait değildir. Bu zatların hepsi fıkhî meselelerin üçte birinde ittifak halindedir­ler. Kalan üçte biri ise ihtilâf ettikleri hususlar olup bu konuda öne sürdükleri deliller fukahanın kitaplarında mevcuttur.

Mezhepler işte böyle sağlam temeller üzerine oturtulmuş­tur… Peki, son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çıkar da mezkur müctehidlerin ictihadlarının yerine kendi içtihadını ikame edip insanları, mezhepleri bırakmaya çağırır, mezhepleri ve mezheplerin bağlılarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa dayanmayan kendi imam­lığını (müçtehidliğini) mezhepsizlik üzerine oturtmaya çalışırsa eğer, siz kendisini böyle bir vesvese ve kuruntuya kaptıran biri­ne ne dersiniz?.. Böyle birine, ya deli teşhisi konulmuş fakat tı­marhaneye götürülmemekle hata edilmiş bir mecnun dersiniz; yahut da böyle bir adamın delilerin akıllılarından mı, yoksa akıllıların delilerinden mi olduğunu kestiremezsiniz her hal­de…

Bir müddetten beri bazılarından buna benzer naralar duy­maya başladık. Ki bunlar akıllarınca müctehid imamların ictihadlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer’î sahalarda iç­tihada yelteniyorlar. Bu kuruntularına kulak asmadan önce, bana kalırsa, bunların akıllarından bir zorlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muayene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tesbit edildiği takdirde bunların, İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbiriyle didişmeye ve boğazlaş­maya sevkedecek melunca gayeler güttükleri ve bu dinin düş­manlarından oldukları kesinkes ortaya çıkar.

Basiretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman bu gibi propa­gandalara kanmaz. Evet, böyle bir Müslüman’ın, tabiîn devrin­den beri bu dinin usûl ve fürûunu Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’dan tevarüs ettikleri gibi koruyan müctehid imamla­rın etrafından ayrılmaya çağıran bir nara işittiğinde yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında mutlaka bu meşum sesin çıkış yerini araştırmalı, bu fitne yu­vasını muhakkak keşfetmelidir.

İslâmî ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müşlümandan böyle bir ses duyulmaz; bu ses olsa olsa İslâmî ilimleri üstünkörü, başlıklar halinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip İslâm âlimleri arasına gizlenmiş sahte bir Müslüman’dan duyulabilir. Akl-ı selim sahibi bir Müslüman, kendisinde mevcut basiret nuruyla araştırdığında, bu naranın çıkış yerinde Müslümanların dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacak; öte yandan bu adamın, Müslümanların dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen birtakım kimselerle sarmaş do­laş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batı’dan) gelen eskiler hariç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.

Böğürtü sahipleri eveleyip geveledikleri bu lafların, efendilerince alkışlanacağı inancındadırlar. Basiretli bir Müslüman işin aslına vâkıf olunca, alâkalıları durumdan haberdar etmek suretiyle İslâmî çevreleri bu menfur sesin şerrinden nasıl kur­taracağını bilir. Hakikat, er veya geç üstün gelecektir, hiç bir şey onunla boy ölçüşemez.

Toplumu, yukarıda bazı hallerine işaret ettiğimiz müctehid imamların mezhepleriyle mezheplenmeyi terketmeye çağıran­lar, bu müctehidlerin delillerden çıkardıkları bütün hükümler­de doğruyu buldukları inancını taşıyor olabilirler. Öyle ki (bu düşüncede olanlara göre) müctehid olmayan herkesin, tek bir müçtehidin görüşüne bağlı kalmaksızın rastgele bir müctehidin görüşü doğrultusunda hareket etmesi uygun olur ki bu, Mutezile’ye has bir görüştür. Tasavvufçular ise tek bir müctehidin sö­züne bağlı kalmamayı, müctehidlerin sözlerinin, özellikle azi­mete uygun olanlarını tercih mânasında değerlendiriyorlar.

Nureddin eş-Şehid’in arkadaşlarından Ebu’l-Alâ Said b. Ahmed b. Ebû Bekir er-Râzî, “el-Cem’u Beyne’t-Takvâ ve’l-Fetvâmin Mühimmâti’t-Din ve’d-Dünya” adlı kitabının fıkıhla ilgili bölümünde özellikle dört mezhep imamının sözleri arasında fetva ve takvanın gerektirdiği şeylere işaret etmiştir. Bunda her hangi nefsânî bir duygu olmayıp sırf takva gözetilmiştir.

Ama Mutezileye mal edilen görüş, müctehid mertebesinde olmayanların müctehidlerin görüşleri arasından beğendiklerini tercih etmeye cevaz veriyor. Ne var ki müctehid olmayanların, en azından müctehidlerden kendince en takva olanını seçip bu müctehidin verdiği her türlü fetvaya, ruhsat yoluna sapmaksızın, uymaları gerekir. Müctehid imamların sözlerinden ruhsata uygun olanını benimsemesi ise heva ve hevesine uymaktan baş­ka bir şey değildir. Buna kim cevaz verirse versin bunun asla dinde yeri yoktur. Tayin etmeksizin müctehidlerden herhangi birinin sözüyle amel etme hususunda İmam Ebû Ishak el-İsferâyinî şöyle demiştir:

“Bu işin önü safsata, sonu zındıklıktır. Çünkü müc­tehid imamların sözleri, nefy ve isbat arasında gidip gelmekte olduğundan hem nefy hem de isbatın aynı anda bir doğru üzerinde buluşmaları mümkün de­ğildir.”

Evet, müctehidlerden sadece birinin bütün görüşlerine uyan bir kimse, bu müctehid ister hata etsin ister etmesin, mesuliyetten kurtulmuş olur. Diğer müctehidlere uyanların hükmü de budur; çünkü içtihad eden bir hakime doğruyu bul­muşsa iki, hata etmişse bir ecir verilir. Bununla ilgili bir nice hadis-i şerif vardır. İslâm güneşi doğduğundan beri bu ümmet, müctehidi hata etse de mukallidin mesuliyetten kurtulacağını kabul etmiştir. Eğer müctehidin hatasından dolayı mukallid mesuliyetten kurtulmamış olsaydı, müctehide bir ecir veril­mezdi. Üstad Ebû İshak el-İsferâyinî’nin yukarıdaki sözleri doğru olup bununla ilgili binlerce delil getirmek mümkündür; ancak burası meseleyi enine boyuna izah etmeye elverişli değil­dir.

Ama (insanları) bir mezhebe bağlanmaya çağıranlar, müc-tehid imamların Müslümanlar arasında tefrika ve bölünmeye sebep olduklarını, İslâm dininde ictihad edenlerin tamamının oldum olası hatalı olduklarım ve İslâm güneşi doğduğundan bu yana(2) bu ümmetin (ve müctehid imamların) gözünden kaçmış doğrulan tashih edeceklerini sanıyorlarsa eğer, bu düpedüz bir hezeyandır.

Zaman zaman bu çığırtkanların ağzından âhâd haberlere dayalı sahih hadisleri, aynı şekilde icmâ ve kıyası ve müctehidler nezdinde muteber olan kitapları küçümsemeye yönelik bir­takım hezeyanlar duymaya başladık.

Bunlar âhâd haberleri küçümsemekle sahih hadis kitapla­rından, te’lif edilmiş diğer mutemed kitaplardan, rivayet ve di­ğer tefsir kitaplarından kurtulmuş oluyorlar. Bu durumda elde istifade edilecek ne bir cihanşümul mucize ve ne de şer’î ahkâm kalıyor. Peki tutulan bu şeytanî yol, İslâm düşmanlarının hile ve tuzaklanndan başka bir şey midir?.. Halbuki âhâd haberlere dayalı sahih hadisler, rivayet yollarının çeşitliliği ile mâna yö­nünden tevatür derecesine ulaşmakta, hatta karine bulunmadı­ğı zaman âhâd haberler ilim için mesned teşkil edebilmektedir. Öte yandan ilim erbabı arasında tenkide uğramayan sahih ha­dislerin karineden yoksun bulunduğu görüşünde olanlar da vardır.

İcmâı reddetmekle de bunlar hak mezhepler topluluğunun görüşlerini kabulden sıyrılmış ve sapık Haricîler ve Rafızîlerle aynı çizgiye gelmiş olurlar. Kıyasa sırt çevirmek suretiyle ise, bilinen ve alışılagelmiş illet yollarını ve ictihad kapısını kendi yüzlerine kapatarak kıyası reddeden Haricî, Rafızî ve Zahirîle­rin yolunu seçmiş olurlar.

İctihad ehlince muteber olan kitapların delâletleri üzerinde oynamak suretiyle de sadr-ı İslâm’dan beri mefhumları kabul edenlerle etmeyenlerin ittifakıyla geçersiz bir mecrada seyre­den birtakım kayıtları, kesinleşmiş hükümlerin çoğunun değiş­mesine vesiİ3 kabul ediyorlar. Mısır’daki bazı Yahudi müsteş­riklerin ortaya attığı şeylere imtisâlen bu ümmetin fakîhlerinin tamammca kabul gören örf ve teamülün dışında bir davranış, bir durum ortaya koyuyorlar. Aynı şekilde daha önceki “Müslü­manlar Nazarında ALLAH’ın Şeriatı” adlı bir makalemizde de bir nebze temas ettiğimiz gibi onların maslahatla alâkalı düşünce­leri de bu kabilden bir şeydir.

Bütün bunlar Ezher’in gözleri önünde cereyan ettiği halde Ezher’dekiler buna karşı tek bir kelime dahi söylememektedir­ler. Bu zillet ve denâetler karşısında suspus olmak, temelleri Melik Zahir Baybars ve değerli emirleri zamanından beri takva üzerine oturtulmuş Sünnî Ezher’e yakışmamaktadır. Öyle ki bu zatlar tarafından yeniden ihya edilerek Ehl-i Sünnet’in kalesi haline getirilen Ezher’i diğer Müslüman sultanlar kollayıp gö­zetmişler, böylece bu müessesenin günümüze kadar aynı esas­lar üzerinde sürüp gelmesini temin etmişlerdir. Bu müessese­nin kapıları hâlâ dört imamın bağlılarının dışındakilere kapalı­dır. Bu asil gayenin tahakkuku uğrunda bu müessese için nice hayırlı işler yapılmıştır…

Merhum Birinci Melik Fuad, Ezher’i bu temeller üzerinde durdurmak için büyük çabalar sarfetmiş, İslâm esaslarına bağlı hükümet de bu asil gayenin tahakkuku için elinden gelen iyiliği ve yardımı hâlâ esirgememektedir.

Yeni çığırtkanlar (diyelim ki) içtihadı alışılmışın dışında bir üslûbla zamane adamlarından birinin şahsına hasrettiler ve bi­linen müctehid imamlar tarafından tedvin olunan mezhepleri de ortadan kaldırabildiler; peki, arzuladıklarını gerçekleştire­bilmek için kitleleri bu adamın görüşleri etrafında kim toplaya­caktır? Her fırsatta bir mutlak fikir hürriyeti teranesidir tuttu­ranlar, zamane adamları arasından o şahıs gibi içtihada merak­lı olanların yeni bir ictihadla ortaya çıkmalarına nasıl mani ola-

bileceklerdir?.. Yahut hürriyetleri ellerinden alınmış kitlelere istenilen fikirlerin dikte edilmesine nasıl izin vereceklerdir? Ya­hut mutlak hürriyete çağıran bu adamlar, mukallid durumun­daki zavallı kitleleri bu aydınlık çağda dinine ve ilmine güven­diği bir müctehidi seçip kendisine uyma hürriyetinden nasıl mahrum bırakacaklardır?!? Halbuki insanlar (cehaletin hü­kümran olduğu) karanlık çağlarda bile böylesine bir engelle­meyle karşılaşmış değillerdir!.. İşte bunlardır bizim cevabını bulamadığımız sorular…

Sözün özü şudur: Sizler bu meşum çığlık sahiplerinin du­rumlarına bir göz attığınızda, bunların alışılmadık ve bilinme­dik birtakım işler peşinde koştuklarını, şöhret tutkusunun göz­lerini kör ettiğini görür; hatta bunların, zavallı doğuluların üs­tüne çullananlarla can ciğer olduklarına şahit olursunuz. Onla­rın bu naraları, bozgunculardan yükselen ilhad çığlığından baş­ka bir şey değildir. Binaenaleyh, alâkalıların bu tehlikenin kay­nağını öğrenmeye gayret etmeleri ve (bu şer) kıvılcımlarını sön­dürmeleri gerekir.

Bu meşum çağrı, yalnızca dinsizliğe uzanan bir köprü olup böyle bir çağrının istilâ ettiği diğer ülkeler küfür bataklığına saplanarak mahvolmuşlardır. Mü’min, parmağını bir delikten iki kere ısırttırmaz; akıllı o kimsedir ki başkasının uğradığı musibetlerden ders alır.

Doğruyu ALLAH söyler, doğru yolu gösteren de O’dur.

Dip Notlar

1 Hatîb-i Bağdadî, İbn Kerâme’ye dayandırarak Tarîh-i Bağdad ad­lı eserinde (14-247) demiştir ki: Biz bir gün Vekî’nin yanmdaydık. Adamın biri ona, Ebû Hanife’nin hata ettiğini söyledi. Vekî cevaben: “Kıyasta Ebû Yusuf ve Züfer; hadis hıfzında İbn Ebû Zaide, Hafs b. Gıyas, Hibban ve Mendel; Arab dilinde Kasım b. Maan; zühd ve takvada Dâvud-i Tâî ve Fudayl gibi zatlar yanın-dayken Ebû Hanife nasıl olur da hata edebilir? Meclis ve çevre­sinde bu gibi zatlar varken, bir kimsenin hata yapması düşünüle­mez. Çünkü hata yapacak olsa hemen bu zatlar geri çevirirler.” demiştir.

2 Gökyüzündeki güneşin sabah, kuşluk ve gurub vakitleri vardır ama bu güneş batmayacak, kıyamete kadar parlamaya devam edecektir

Yorum bırakın